Resmî rakamlara göre Anamur sahilinde 524 adet Caretta Caretta yuvası var. Gönüllüler ise bu rakamın 865 olduğunu söylüyor. O yuvalardan birinden çıkp Akdeniz'e doğru yol alan bu ufaklığa bol şans!
Fotoğraf: Sevgi Çeliktenyıldız
Anamur Çevre İnisiyatifi
9 Eylül 2012 Pazar
31 Ağustos 2012 Cuma
15 Eylül'de Dragon Sahili'ne Bekleriz!
15 Eylül 2012 tarihinde dünya genelinde gerçekleşecek International Coastal Cleanup etkinliğine Anamur Çevre İnisiyatifi olarak katılıyoruz.
15 Eylül sabahı saat 10:00'da Dragon Parkı girişinde buluşup Dragon Çayı ağzına kadar olan sahil şeridini temizleyeceğiz.
Katılmak isteyenler eldivenleri ve çöp torbalarını yanlarında getirmeyi unutmasın.
Proje Koordinatörleri: Berk Yıldız ve İsmet Özalp
28 Ağustos 2012 Salı
27 Ağustos 2012 Pazartesi
ANAMUR’DA 2012 YAZININ EN BAŞARILI ÇEVRECİSİ
Bu sabah sezonun son sahil temizliğini yaptık. Hemen ardından da oybirliği ile bu yazın en başarılı çevrecisini seçtik.
Anamur Çevre İnisiyatifi bu yazın en başarılı çevrecisi olarak Berk Yıldız'ı seçti! Her etkinliğimize katılan, çektiği fotoğraflar ve video’lar ile ilçemizin çevre sorunlarının görünür kılınma
Anamur Çevre İnisiyatifi bu yazın en başarılı çevrecisi olarak Berk Yıldız'ı seçti! Her etkinliğimize katılan, çektiği fotoğraflar ve video’lar ile ilçemizin çevre sorunlarının görünür kılınma
sında büyük desteği olan üyemiz Berk Yıldız’a ve tabii ki böylesine duyarlı bir genç yetiştiren anne ve babasına ve tüm eğitmen ve öğretmenlerine teşekkür ederiz.
Teşekkürler Berk, iyi ki varsın!
24 Ağustos 2012 Cuma
Deccal ve Masallar - III
Ruslarla Dans ve Bir Garip İhale - Av. Efkan Bolaç
ROSATOM ile yani Rus hükümeti ile yapılan anlaşma gereği, Mersin Akkuyu'da yapılması hedeflenen nükleer santralin inşatına 2013’te başlanacak ve 2020 yılında ilk reaktör devreye girecek. Ancak Rosatom’un şimdiye kadarki pratiklerine bakarsak 7 yıl içinde bu santrali işletmeye alması zor görünüyor. Yapılan anlaşma ise her haliyle mantık ve hukuk kurallarını zorlar niteliktedir.
Buna göre: Türkiye 15 yıl alım garantisi verecek ve bu alım 15.33 centi geçmeyecek, 12,35 cent ortalama ağırlık üzerinden olacak ve yıllara göre revize edilecektir.
ABD’nin elektrik maliyetlerine bakarsak; hidroelektrik için 3,5 cent, kömür için 1,8, doğalgaz için 3.42 harcayan bu ülke nükleer için 2.13 cent ödüyor. Çarpıcı rakamlar da buradan itibaren başlıyor.
1999 yılına ait verilere göre, hidroelektrik enerji üreten bir sistemin yapılması için kilovat başına 1500-2000 dolar harcanması gerekiyor ve bu fiyat tüm ülkelerin enerji maliyetinin ortalamasına denk geliyor. Kömürle çalışan bir enerji tesisini yapmak için ise kilovat saat başına harcanması gereken maliyet 700-1000 dolar arası. Tüm bunlar arasında en düşük maliyetli olan ise doğalgaz; kilovat saat başına 350-500 dolar harcanarak tesis kurulabiliyor. . Aynı güçte bir nükleer reaktörü kurmak için ise kilovat saat başına 3500-5000 dolar gibi bir maliyeti gözden çıkarmak lazım.
En ilginç olanı da şu; diyelim ki bu tesisleri aynı güçlerde yaptınız ve bir sene sonra bunu piyasada satmak istediniz. İkinci el konumuna düşen tesislerin piyasa satış değerleri şöyle olacak; hidroelektrik üreten tesis kilovat saat başına 1775 dolar, kömür tesisi işletmesi 665 dolar, doğalgaz tesisi 240 dolar ve nükleer reaktör tesisinin yani bitirilmiş ve çalıştırılmış bir nükleer tesisin satış fiyatı kilovat saat başına 113 dolar olacaktır.
Yani nükleer, ikinci elde maliyetinin 1/50 sine ancak satılabiliyor. Bu arada dikkat edilmesi gereken maliyet nükleer enerjini 2.13 cente mal olduğudur bunun üzerine vergi ve diğer giderleri koyduğumuzda ve şirket karını da eklediğimizde ortaya çıkan rakam ülkelere göre değişse de 4-7 cent arasında olacaktır. Özetle dünyanın en pahalı benzinini kullanan ülkemiz, dünyanın en pahalı enerjisini de kullanmak zorunda kalacaktır.
BU NASIL ANLAŞMA?
15 yıllık inşa süresinin ülkemize maliyeti yaklaşık 71 milyar dolardır. Tahkim şartı gerekçesiyle Türkiye eğer santralin yapımından vazgeçerse bir anlamda bu rakamın içerisindeki mahrum kalınan karı ödemek zorundadır.
Yine bu bölge yani Akkuyu, denetim dışına çıkmakta ve santral ömrü boyunca Rus toprağı olarak addedilmektedir. Anlaşma koşulları doğrultusunda en ilginç madde ise Rosatom’un Türkiye’de kurduğu şirket hisselerinin %49’unu yerli veya yabancı şirketlere satma hakkının olmasıdır. Yani şirket ileriki yıllarda kendisine ortak alabilecektir. SİZCE BU ORTAK KİM OLACAKTIR?
Yine Rus’lar Akkuyu Nükleer santralini toplam 20 milyar dolara mal edeceklerini söylediler (son eskalasyon ve enflasyon değerlemeleri ile 28 milyar dolara revize edildi). Ancak Prof. dr. Hayrettin Kılıç bu rakamın abartıldığını ve maliyetin 10 milyar dolarlarda olması gerektiğini söylüyor. Bu durumda kalan miktarın anlamı nedir? ve nereye ne için kullanılacaktır? Acaba bu kalan rakamda sevda tepesi karşılığında geldiği veya geleceği söylenen* para gibi mi olacaktır?
Yine anlaşma gereği santralde sorun olması durumunda işletici zararları karşılayacaktır deniliyor. Ama bu zararın miktarı ve Rus devletinin garantisi bulunmamaktadır. Sigorta şirketleri nükleer santraller ile ilgili sorumluluk sınırlarını açıkladılar. Buna göre 700 milyon euro ile sınırlıdır ödeyecekleri miktar. Bu miktar Fukuşima’nın verdiği zarar ile karşılaştırıldığında devede kulaktır. Yine atıkların nasıl muhafaza edileceği ve ne şekilde imha edileceği de açıkça belirlenmemiş bu da Rosatom’un inisiyatifine bırakılmıştır. Bu kadar teslimiyetin sebebi nedir? ve halka rağmen neden yapılmak istenmektedir? Bunu hükümet dışında kimse bilmemektedir. Devletin âli menfaatleri kelimesi ile açıklanamayacak kadar muğlâk durumlar mevcuttur.
Akkuyu nükleer santrali Antalya’ya kuş uçumu 150 km yakınlıkta olup bu kadar yakında nükleer santral işletip aynı zamanda turizmi idame ettirmek mümkün müdür? Yapılan araştırmalar Antalya yakınlarında bir nükleer santral olması durumunda gelen turist sayısının ciddi anlamda düşeceğine işaret etmektedir. Türkiye’nin Antalya havzasında turizmden yılda 17 milyar dolar kazanıldığı düşünülürse yapılmak istenenin ne kadar saçma bir uygulama olduğu anlaşılacaktır.
Hükümet iddia etmektedir ki ülkeye nükleer teknoloji gelecek; böyle bir durumun olamayacağı anlaşmanın içerisinde net bir şekilde bulunmaktadır. Know-how sistemi doğrultusunda sadece 10 kadar mühendis nükleer santralin işletilmesini öğrenecektir, Teknolojiyi değil.
Yine nükleer anlaşma içerisinde bulunan denenmişlik şartı yerine getirilmemiştir TBMM’ye sunulan soru önergesine verilen cevaptan da anlaşılacağı üzere bu reaktör hiçbir yerde ticari anlamda denenmemiştir. Ötesi Rusların yaptığı benzeri üçüncü nesil reaktör İran’da işletmeye alındıktan 15 gün sonra kapatılmış ve ne zaman açılacağı konusunda tarih bildirilmemiş yeniye yakın tekrar işletmeye alınmıştır. Bu anlamda da güvensiz bir reaktördür.
KİMİN İÇİN NÜKLEER ENERJİ?
Yine anlaşmanın 3. Maddesinin 3. fıkrasına göre; Türkiye Cumhuriyeti’nde nükleer yakıt üretim (zenginleştirme) tesislerinin kurulması ve işletme de dâhil olmak üzere nükleer yakıt döngüsü hakkındaki işbirliği ve teknoloji transferini yasallaştırmak üzere, 2.2.2010 tarihinde Yakıt Zenginleştirme Yönetmeliği de Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Söz konusu yönetmelik incelendiğinde görülecektir ki, Akkuyu’da kurulacak nükleer santralin asıl amacı, Türk halkının kullanımı için elektrik üretmek değil, bu bölgede kurulacak uranyum zenginleştirme ve yakıt fabrikasyon tesislerine elektrik üretmektir.
İmzalanan anlaşmada, Rus şirketi Rosatom’un üretilen elektrik enerjisini Türk halkına satma mecburiyetinin olmaması, yine asıl yatırım amaçlarının, Akkuyu üzerinden, Rusya’nın Dünya piyasasına daha kârlı zenginleştirilmiş uranyum yakıtı satmak olduğunu ortaya koymaktadır.
En önemlisi de bu anlaşmanın 16. maddesine göre, bu nükleer tesiste meydana gelecek ciddi bir kaza sonucunda “üçüncü taraf sorumluluğu”,(sınırı aşan zarar) yani komşu ülkelerde meydana gelecek maddi zararların sorumluluğu, uluslararası anlaşmalara göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin olacaktır.
RUSYA’NIN NÜKLEER EYALETİ AKKUYU…
Bu anlaşmanın 6. maddesine göre, yürürlüğe giriş tarihinden itibaren Rus tarafının inşaata başlaması için gerekli belge ve izinler için bir yıl içerisinde başvuruda bulunması gerekiyor aksi halde Türk hükümetinin anlaşmayı feshetme yetkisi bulunuyor. Bugüne kadar Akkuyu’da kurulacak nükleer santralin inşaat lisansı aşamasına kadar olan belge, izinler; yer lisansında olduğu gibi 30 yıl önce verilmiş olup, hâlâ içeriği ve 2012 yılındaki geçerlilikleri tartışma konusudur.
Akkuyu’da Avrupa standartlarına ve son 30 yılda dünyada çalışan nükleer reaktörlerin ABD Kaliforniya deniz kıyılarında meydana getirdiği ekolojik felaketler de göz önüne alınarak gerçek anlamda bilimsel bir Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporu hazırlanması gerekmektedir. Bu durumda ise, bu çalışmaların birkaç yılı aşacak araştırma süreci gerektireceği kaçınılmaz bir gerçektir.
Böylece, dünyada örneği olmayan ve ilk kez Türkiye Cumhuriyeti’nin bir toprak parçası, başka bir yabancı devlete, yani Rusya’ya Akkuyu’da bir “nükleer eyalet” kurulmasına bölge halkına referandum şansı verilmeden bedelsiz bağışlanıyor. Bu proje süresince binlerce yabancı işçinin çalışmaya başlaması ile, bu durumun bölgenin sosyokültürel ve ekolojik yapısına nasıl etki edeceği hesaplanmıyor.
Anlaşmanın 9. maddesine göre, Rus tarafına, yani ASE inşaat şirketine Rus menşeli malları (iş ve hizmet) kullanma yetkisi vererek, bu projede çalışacak Türk iş gücünün ve inşaat sanayinin de önü kapatılmıştır.
Elektrik alım-satımını içeren 10. maddeye göre; Türk tarafı 1. ve 2. ünitelerin üreteceği elektriğin yüzde 70’ini, 3. ile 4. ünitelerin üreteceğinin yüzde 30’una karşılık gelen sabit miktarın, her bir ünitenin ticari işletmeye alınma tarihinden itibaren 15 yıl boyunca fiyat üst tavan limiti olan 15.33 ABD sent/kWs geçmemek şartı ile 12.35 ABD sent/kWsaat ağırlıklı ortalama fiyattan satın almayı garanti ederek, diğer iki ünitede üretilecek elektriğin Ruslar tarafından serbest piyasada ve satış fiyatına bir limit koymadan spekülatif bir pazarda satılmasına izin vermektedir.
Akkuyu’nun coğrafi konumu, soğutma suyu olarak kullanılacak deniz suyunun yüzde 39 tuzluluk derecesi ve yapımda kullanılacak Rus malzemesinin kalitesi göz önünde tutulursa, bu santralin kârlı ticari ömrü zaten 15 yılı geçmeyecektir. 15 yıllık bir çalışmadan sonra bu santralin onarım, bakım ve modernizasyon masrafları hesaba katılırsa bu santralin kar getiren bir enerji kaynağı olmayacağı açıkça görülecektir. Ayrıca işletme süresince Türkiye’de veya bu bölgede meydana gelebilecek bir elektrik enerji krizi sırasında, Rus tarafının ürettiği enerjiyi kriz süresince Türk tarafına satma zorunluluğu yoktur.
Enerji bakanı Taner Yıldız, bu anlaşma ile enerji anlamında Rusya’ya bağımlılığımızın artacağı tezini reddetmiş ve nükleeri yerli üretim gibi görmüştür. Hâlbuki var olan verilere göre doğal gazda %64 ve petrolde %35 gibi Rusya’ya bağımlı durumdayız. Bunu enerji anlamında göstermek gerekirse %62 civarında enerji üretiminde Ruslara bağımlıyız. Enerji Bakanı’nı şu an kabinede olan Ahmet Davutoğlu 19 eylül 2008 yılında yaptığı bir konuşmada yalanlamıştır. Rusya Gürcistan arasında bir çatışma olması durumunda Türkiye’nin alacağı konumu anlatan Davutoğlu şöyle demiştir:
“Türkiye’nin coğrafi koşullarını anlamanızı rica ediyorum. …
Rusya’yı ekonomik olarak izole ederseniz, Türkiye bunu kaldırabilir mi? Ne yazık ki, bu gerçeği kabul etmek zorundayız. Türkiye Rusya’ya enerjide % 75-80 oranında bağımlıdır. Bir Rus – Amerikan veya bir Rus – NATO çatışması istemiyoruz…”
İktidarın hal-i pür melali budur. Bu sebeple gerçeği tersinden söylemenin anlamı yoktur. Yapılacak santral ile bağımlılığımız çok daha fazla artacaktır.
Rusya kendi topraklarında bile akkuyuda kurmak istediği reaktörün bir alt modeline izin alamamış olup yine Bulgaristan Belene’de de hüsrana uğramıştır.
Yapılmak istenen oldubittinin ne olduğu tam olarak bilinmemekte durum ile ilgili hükümetin kraldan çok kralcı tavrı devam etmektedir.
BİR GARİP İHALE ÖYKÜSÜ!!!
Akkuyu Nükleer santral ihalesine tek teklifin verilmesi ve teklifin yüksek görülerek ihalenin iptali edilmesi sonrasında devreye yeni bir aktör girdi: Çalık Holding.
Taraf Gazetesi’nde "Erdoğan Çalık’ın temsilcisi" başlığıyla yayımlanan (19 Mart 2012) Wikileaks belgelerinde aslında Akkuyu’da nükleer ısrarın perde arkası da tüm çıplaklığı ile anlatılmaktadır.
Wikileaks'in yayımladığı Stratfor maillerinde; Türkiye'nin Rusya ile yürüttüğü Samsun-Ceyhan boru hattı ve nükleer enerji işbirliği konularını, Çalık Grubu adına Başbakan Erdoğan'ın yürüttüğü iddiası yer aldı.
Yazışmalarda Rus tarafı ile Çalık grubunun görüşmediği, iş görüşmelerini bizzat Erdoğan’ın yaptığı iddia edilmektedir. Yine bu konuda Çalık Grubu’nu dev şirket haline getirenin de AKP iktidarı olduğu belirtilmektedir. Çalık Grubu’nun CEO’sunun, Başbakan’ın damadı olduğunu hatırlatırsak zannedersem gelişmenin ne boyutta ilerleyeceği malum hale gelecektir. Ancak bunlar stratfor’un iddialarıdır.
Ancak nükleer anlaşma yapılmasının hemen ertesinde yani 16/12/2010 tarihinde Rus Devlet’inin petrol şirketi Rosneft, uluslararası petrol ticareti ve Türkiye pazarı konularında bir şirket ile işbirliğine giderek ortaklık kararı aldı. Ortaklık yaptığı şirket Çalık Holding’ten başkası değildi.
Şu soru ise sorulmadan geçilemeyecek bir soru: Acaba bunlar birer tesadüf mü? Akkuyu nükleer anlaşmasında, Rusya hükümeti, hissenin %49’unu istediğine satabilir denilirken özellikle bir şirkete mi işaret ediliyor?
Pek çok çevreci örgüt ve parti bu anlaşmanın hukuki olmadığını ve rant projesi olduğunu iddia etmekte ve doğaya zararının değil getireceği karın ön planda olduğunu söylemektedir, ki kar getirmeyeceğini de uzun uzun anlattık.
Bir garip ihale öyküsünü ve AKP iktidarının yarattığı yeni aktörü Sanırım ileriki zamanlarda bir hayli duyacağız.
1-Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Boğazın en güzel manzarasına sahip, tarihsel öneme sahip Sevda Tepesinin Suudi Arabistan Kralı’na satıldığının duyulması üzerine, ‘’Suudi Kralı’ndan 10 bin milyar dolar geldi’ şeklinde bir açıklama yaptıktan sonra gelen tepkiler üzerine ‘ Dilim sürçtü, geldi demedim gelecek dedim’ şeklinde sözlerini düzeltmişti.
23 Ağustos 2012 Perşembe
Deccal ve Masallar - II
Radyasyon Kemiklere Yararlıdır Nitekim! - Avukat Efkan Bolaç
Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar,
Stronsiyum 90 yağıyormuş,aşa, süte, ete, umuda, hürriyete,
kapısını çaldığımız büyük hasrete.
Kendi kendimizle yarışmadayız gülüm,
Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı,
Ya dünyamıza inecek ölüm.
Nazım Hikmet
Türkiye'de ilk nükleer çalışma ve araştırmalar 1962'de İstanbul'da Küçükçekmece Gölü kıyısında kurulan 1 MW'lık TR-1 araştırma reaktörüyle başladı. (1980'ler de bu reaktörün gücü 5 MW'a çıkarıldı (TR-2).
1970 yılında Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) kuruldu ve TEK’e bağlı olarak kurulan Nükleer Enerji Dairesi 1972 yılı başında çalışmaya başladı. 1970'li yılların başlarında, nükleer santral sahası için fizibilite ve yer araştırmaları gerçekleştirildi. Bu çalışmalar kapsamında, en uygun yerler olarak; Mersin-Akkuyu, Sinop-İnceburun, ve Kırklareli-İğneada belirlendi.
Akkuyu Sahası için TEK tarafından saha lisans çalışmaları gerçekleştirilmiş ve yapılan yer etütlerine ve araştırmalarına dayanılarak, Akkuyu için "Yer Raporu" hazırlandı. Bu rapor, Başbakanlık Atom Enerjisi Komisyonu’na sunuldu ve komisyon 1976 yılında Akkuyu Sahası için "yer lisansı" verdi.
Eylül 1984'de, Başbakan Turgut Özal'ın, "nükleer santrallerin imalatçı firmalarla oluşturulacak bir ortaklık vasıtasıyla kurulması, 15 yıl süreyle işletilmesi ve tüm borçların enerji satışlarıyla geri ödenmesinin ardından devredilmesi" önerisi, nükleer santral projesine önemli bir boyut kazandırdı. 1984 yılında OECD Nükleer Enerji Ajansı (NEA)’na üye olan Türkiye, 1986’da meydana gelen Çernobil nükleer santral kazasının* yarattığı olumsuz ortam nedeniyle nükleer santrallerle ilgili çalışmaları askıya aldı.
1988 yılında TEK Nükleer Santraller Dairesi Başkanlığı kapatıldı.
1990'ların sonuna doğru elektrik enerjisi üretmek üzere Nükleer güç santrali yapımı için çalışmalar tekrar hız kazandı.
Ekim 1992’de TEK, dünyadaki belli başlı nükleer santral imalatçısı firmalara bir mektup yazarak, 2002 yılında devreye girecek şekilde, 1000 MW gücünde bir veya iki üniteli nükleer santralin Türkiye’de anahtar teslim veya Yap-İşlet-Devret olarak kurulması için teknik ve mali konularda bilgi istedi.
Ocak-1993 tarihinde, Akkuyu Nükleer Santralı Projesi Resmi Gazete’de yayımlanarak tekrar yatırım programına alındı.
Kasım 2004 tarihinde, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve TAEK, inşasına 2007 yılında başlanacak, toplam 5000 MW'lik üç nükleer reaktör yapılacağını açıkladı.
2006 Nisan ayında, Türkiye'nin ilk nükleer santral sahası olarak Sinop'un seçildiği açıklandı.
18 Mart 2008 tarihinde Nükleer Güç Santrallerinin Kurulmasına yönelik Enerji Bakanlığı tarafından hazırlanan yönetmelik Resmi Gazete'de yürürlüğe girdi.
İlk nükleer santral yapılması için bugüne kadar dört kez ihaleye çıkıldı. 2009’da son ihale de iptal edildi. Hükümet son ihalede Rus Rosatom ile Ciner Grubu’nun teklif vermesi üzerine ihaleyi iptal ederek farklı bir düzenleme yoluna gitti. Buna göre hükümet, ihalenin yargı kanallarına aktarılmasını ve yargı tarafından durumun incelenmesini engellemek için ihaleyi uluslararası sözleşme niteliğine büründürdü.
Uluslararası sözleşme şekline getirilen Nükleer Santral yapım sözleşmesi Meclise sunuldu ve kabul edilerek kanunlaştı. Böylece sözleşme, Anayasa’nın 90. Maddesi ile güvence altına alındı ve kanunun yani sözleşmenin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gidilmesinin önüne geçildi. Böylece yargı by pass edildi ve hukuk mücadelesinin önü kapatıldı.
Ancak bu durum dahi lisans için yeterli değildi. Bu defa da ÇED raporu alınması zorunlu olan alanlar için ÇED raporu istenmeyeceğine dair bir genelge çıkarıldı.
ÇED Yönetmeliği’nde 14 Nisan 2011 tarihinde yapılan değişikliğe göre, 2015 yılına kadar yatırımına başlanacak olan projelerde, Çevresel Etki Değerlendirmesi aranmayacak. Sosyal ve çevresel etkileri nedeniyle kamuoyunda tartışılan konular arasında yer alan nükleer ve termik santraller, 3. Boğaz Köprüsü ve otoyollar gibi dev yatırımlar, 2015 yılına kadar ÇED aranmaksızın tamamlanabilecektir.
Ancak yargı yollarının kapatılması da nükleer santrallere karşı bir cephenin oluşmasına engel olamadı. Her geçen gün bilinçlenen kitlelere yeni sesler ekleniyor ve o sesler nükleer santral gerçeğini daha gür bir sesle ifade ediyor.
YÖNETİCİLERDEN NÜKLEER İNCİLER
20. Yüzyılın ilk büyük nükleer kazası Çernobil reaktör kazası oldu. Bir deney sırasında meydana gelen kazada Ukrayna’nın Kiev iline bağlı Çernobil kentindeki Nükleer Güç Reaktörünün 4. Ünitesinde 26 Nisan 1986’da meydana gelen kaza ile atmosfere büyük miktarda Fisyon ürünleri salındı. Reaktör hatalı üretilmiş ve deney nedeni ile güvenlik tedbirleri devre dışı bırakılmıştı.
Dünya bu acı gerçeği kazadan dört gün sonra öğrendi. İngiltere Galler Bölgesinde saptanan yüksek radyoaktive nedeni ile yeşil alanlara koyun ve sığırların girmesini engellerken Karadeniz kıyılarında en yüksek radyasyona maruz kalan Türkiye’de yöneticilerden ilginç açıklamalar geliyordu.
Öncelikle radyasyonun etkilerini açıklayan yayınlara yasak getirildi. Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, çaylarda radyasyon biriktiği iddialarına karşılık televizyona çıktı,
tüm Türkiye’nin gözleri önünde çay içti. Kullandığı şu ifadeler ise özellikle Karadeniz Bölgesi’nde baş gösteren kanser ölümlerinin acı gerçeği gibiydi, ‘Biraz radyasyon iyidir’
Dönemin Başbakanı Turgut Özal da Bakanından geri kalmadı, "radyoaktif çay daha lezzetlidir" diyerek basına poz verdi ve sıra Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e geldi. Evren bilimi altüst eden şu ifadeleri kullanmaktan hiç çekinmedi "radyasyon kemiklere yararlıdır."
(KAYNAK - EMO yayınları)
20. Yüzyılın ilk büyük nükleer kazası Çernobil reaktör kazası oldu. Bir deney sırasında meydana gelen kazada Ukrayna’nın Kiev iline bağlı Çernobil kentindeki Nükleer Güç Reaktörünün 4. Ünitesinde 26 Nisan 1986’da meydana gelen kaza ile atmosfere büyük miktarda Fisyon ürünleri salındı. Reaktör hatalı üretilmiş ve deney nedeni ile güvenlik tedbirleri devre dışı bırakılmıştı.
Dünya bu acı gerçeği kazadan dört gün sonra öğrendi. İngiltere Galler Bölgesinde saptanan yüksek radyoaktive nedeni ile yeşil alanlara koyun ve sığırların girmesini engellerken Karadeniz kıyılarında en yüksek radyasyona maruz kalan Türkiye’de yöneticilerden ilginç açıklamalar geliyordu.
Öncelikle radyasyonun etkilerini açıklayan yayınlara yasak getirildi. Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, çaylarda radyasyon biriktiği iddialarına karşılık televizyona çıktı,
tüm Türkiye’nin gözleri önünde çay içti. Kullandığı şu ifadeler ise özellikle Karadeniz Bölgesi’nde baş gösteren kanser ölümlerinin acı gerçeği gibiydi, ‘Biraz radyasyon iyidir’
Dönemin Başbakanı Turgut Özal da Bakanından geri kalmadı, "radyoaktif çay daha lezzetlidir" diyerek basına poz verdi ve sıra Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e geldi. Evren bilimi altüst eden şu ifadeleri kullanmaktan hiç çekinmedi "radyasyon kemiklere yararlıdır."
(KAYNAK - EMO yayınları)
Bu yazı 23 Ağustos 2012 tarihinde www.muhalif.com'da yayımlanmıştır.
22 Ağustos 2012 Çarşamba
Deccal ve Masallar
Nükleer Masallar
Avukat Efkan Bolaç
“Biliyoruz ki temiz, yenilenebilir enerjinin gücünü kullanan ülke 21. yüzyılın lideri olacaktır.”
Barrack Obama
Çocukluğumuzda bize anlatılan Korku ve heyecanın gölgesinde devlere ve ejderhalara karşı direniş gösteren masal kahramanları vardı, hepimiz hatırlarız. Bu Masalların klişe karakterleri kötü dev ve korkunç ejderhalardı. Bu anlatılanlar sadece birer masaldan ibaretti. Ama şimdilerde yeni masallar anlatılıyor ve bu masallar hiçte çocukluğumuzun masallarına benzemiyor. Anlatılan yeni masallarda ejderhaların yerine nükleer santraller konulmuş ama başka bir sorun daha var; bizim bildiğimiz ejderhalar kötü iken yeni masallardaki nükleer
santraller yani eskinin ejderhaları iyi, faydalı ve mutluluk veren şeyler olarak anlatılıyor.
Bu masallar aynı zamanda kıyamet alametlerinden biri olan Deccal’ın ortaya çıkmasını andırmaktadır. Deccal; yalancıdır, aldatıcıdır, hilekârdır. İyi ile kötüyü karıştırıp gerçek yüzünü gizler. Deccal ortaya çıktığında insanları, dinsel inanışlarını kullanarak kötülüğe sevk edecektir. O mahsun ve mazlumdur, herkesin kendisine inanmasını bekler. Hâlbuki bu bir aldatmacadır; o şeytanın ta kendisidir ve ona inananlar cehennem ile tanışacaklardır.
Şimdilerde bize bu masallara benzer masallar anlatılmakta ve deccal bize iyi, yararlı ve masum olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Gerçekten böyle midir gelin bakalım?
Deccal ya da yeni adıyla Nükleer Enerji güvenli midir?
Oluşan kazalar ve kazaların sonrasındaki tehlikelere bakılırsa nükleer santrallerin güvenli olduğunu söylemek mümkün değildir. Nükleer santraller, elbette belli bir güvenlik donanımına sahip olacaktır ancak donanım nasıl olursa olsun rasyonaliteden uzaklık, plansızlık ve bakımsızlık her zaman var olacaktır ve bu güvenlik paketinin içinde standart olarak bulunmamaktadır.
Nükleer kazalarla ilgili hazırlanan raporların neredeyse tamamında “nedeni açıklanamaz” ifadesi ile bir kısım argümanlar sunulmakta ve ‘insan kaynaklı’ her oluşumun
hata yapabileceği anlatılmaktadır.
Birinci ve ikinci petrol krizleri sonrasında nükleer lobiler, nükleer santrallerin bir anlamda kaçınılmaz olarak devreye girmesi gerektiğine hükümetleri inandırmış ve enerji politikalarına yeni bir yön vermişlerdir. Hükümetler, enerji bağımlılığından kurtulabilmek
adına daha tehlikeli olan bir kavşağa dönmüş ve maalesef bu yolun sürdürülebilir olmadığı Çernobil ve Fukuşima sonrası neredeyse herkes tarafından görülmüştür. Buna rağmen bir ülke, Christoph Colombus’un yumurtasını tekrar keşfettiğini sanarak bu yoldan dönenleri görmesine rağmen bu yola direkt girmeye çalışmaktadır. Bu ülke Türkiye’dir.
Türkiye, nükleer bir maceraya doğru yelken açmaya çalışırken, nükleer santrallerin neden açılmaması gerektiği anlatılmaya çalışılmakta ancak garip argümanlarla ‘tüp gaz* veya bekarlık* daha tehlikeli’ gibi anlaşılmaz savunularla olay oldu bittiye getirilmeye
çalışılmaktadır. Burada tekrar hatırlatmak lazım ki; ATOM ÇEKİRDEĞİ ÇİTLENMEZ…
Mademki nükleer enerji bu kadar ucuz ve bağımsız o halde neden tarihin en büyük güvenlik ekonomisine sahip, anlamak mümkün değildir. Bu kadar güvenlik harcamasına
rağmen, nedeni açıklanamayan unutkanlıklara veya akılsız davranışlara da açık bir teknolojidir aslında. Bir anlamda otokrat sistemlerin elinde güvenlik kaygısının bertaraf edildiğini düşünürsek aslında yeryüzü canlıları için inanılmaz büyüklükte bir tehlikedir.
25 Temmuz 2006 İsveç’in Forsmark Nükleer Santrali’nde bakım yapılırken, bakım yapılan dış devrelerin birinde, kısa devre gerçekleşir. Bu durum yüksek güvenlikli nükleer
santrallerde normal olarak karşılanmalı ve derhal “B” planı devreye girmeliydi. Ancak o gün B.C. veya alfabenin diğer harflerinin bulunduğu hiçbir plan devreye girmedi. Reaktörün ünitesine bağlı elektrik tesisatı çalışmaz hale geldi ve reaktörün kontrol sistemini soğutacak pompalara elektrik sağlayacak dört jeneratörden ikisi devreye girmedi. Kontrol odası dâhil her taraf, tam 22 dakika elektriksiz kaldı, hatta uyarı sireni bile çalıştırılamadı. Bu arada teknisyenlerden biri hayati öneme sahip bir hareket yaparak “elle” arızalı jeneratörleri çalıştırmayı başardı ve reaktörün kör uçuşu sona erdi. Kaza sonrasında yapılan tespit yine
benzerdi: “nedeni açıklanamayan sebepler”…
Bu örnek aslında nükleer kazanın ne kadar olağan olabileceğini ve olağanüstü güvenlik tedbirlerine rağmen güvenliğin hiçbir zaman %100 garanti edilemeyeceğini de
anlatmaktadır. Nükleer kazaların öncesinde ve sonrasında var olan tekdüzelik, kibir, özgüven ve ihmalkarlık büyük bir felaketin habercisidir.
Dünya genelinde nükleer santrallerin mülkiyet dağılımına bakılırsa pek çoğunun serbest piyasa gereği, özel sektörün elinde olduğu görülmektedir. Ancak bu durumda
kapitalist anlayışla yapılan işletme mantığıyla maliyet hesabı yapılmakta ve daha fazla kar için bazı kurallar ve tedbirler göz ardı edilmektedir. Gerekli olan istihdam yerine daha az insan çalıştırılmaya gayret edilmekte, rutin bakımların süresi uzatılmaya çalışılmaktadır. Bu durum bir müddet kar marjını yükseltse de sonrasında Fukuşima örneğinde görüleceği üzere telafisi mümkün olmayan sosyal ve maddi maliyetlerin oluşmasına sebep olmaktadır.
Nükleer santraller, sadece elektrik üretmiyor; yoğun radyoaktif özelliği olan toksik atıklar da üretiyor. Bu atıkların depolanması veya bertaraf edilmesi ise yüksek bir maliyet gerektiriyor. Bu atıkların pek çoğunun doğayla teması kesilmelidir. Örneğin; plütonyum 239
(Pu-239) izotopu radyoaktivitesini 24 bin yılda kaybetmektedir. Bu şu anlama geliyor tam 24.000 yıl bu izotop doğadan yalıtılmalıdır. Bu mantıklı bir tedbir ve işlem değildir.
Yine nükleer atık depolanması konusunda pek çok girişim olmuş ve bu girişimlerin neredeyse tamamı sonuçsuz kalmış veya başarısız olmuştur. En son ABD, Yucca dağında bir
atık depolama alanı oluşturmak için çalışma başlattı. Böyle bir tesisin maliyeti 27.3 milyar dolar olarak hesaplandı ve toplam 77.000 ton nükleer atığın depolanmasının 57 Milyar dolara mal olacağı hesaplandı. Ancak yine de konu ile ilgili güvenilirliğin tam anlamıyla
sağlanamayacağı ve sürdürülemez bir çalışma olacağı tespitiyle, ABD Başkanı Barrack Obama tarafından bu proje iptal edildi.
Görüldüğü üzere nükleer enerji sadece elektrik üretmemektedir.
Başka ülkelere bağımlı olmadan kendi uranyumunu kullanan kaç ülke vardır? Cevap; sadece iki ülke, Kanada ve Güney Afrika. Bu anlamda bakıldığında, yakıt olarak kullanılan uranyum çubuklarının dışarıdan ithal edildiği düşünülürse, iki ülke hariç tüm ülkeler açısından bu enerji %100 yerli kaynaklarla üretilmiş bir enerji çeşidi değildir. Bu sebeple de dışa bağımlılığı güçlendirecek ve stratejik sorunlara da sebep olabilecektir. Son on yılda Çin’in talebiyle emtia fiyatlarının tavan yaptığı düşünülürse uranyumda da gözle görülür bir artış olduğu aşikardır.
Çernobil ve Fukuşima sonrasında daha fazla güvenlik kriterinin uygulanması zorunluluğu nükleer enerji maliyetlerini beş kata kadar arttırmış ve nükleer enerjinin ucuz olduğu hikâyesi de bir anlamda son bulmuştur.
Görüleceği üzere nükleer enerjiyi kullanmak atasözümüzde de belirtildiği üzere “Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmez” durumundadır.
Nükleer lobilerin daha önceki gelişlerindeki faaliyetleri bir anlamda herkes tarafından bilinmekte,“promosyon” adı altında dağıtılanların devlet tarafından geri ödenmek zorunda kalındığı da bir gerçektir. Bu sebeple yeni bir nükleer santral kurulma çabasının nedeni ve altında yatan gerçekler anlatılmalıdır. Halkın aklında olan sorular “tüp gaz kullanmayın” cümlesiyle basitçe geçiştirilmemelidir. Aksi takdirde bunu dile getirenlerin; çay içen “CahitAral” veya azıcık radyasyon kemiklere iyi gelir diyen “Kenan Evren” zihniyetinin temsilcileri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Nükleer enerji, doğayla dost bir enerji olmayıp atıklarının doğadan yalıtılmasının zor olması ve doğa için yok edici özelliklerinin bulunması onun temiz olmadığının en basit göstergesidir. Dünya açısından çok ciddi sorunlara gebe olan bu üretim modelinin akılcı çözümlerle yok edilmesi ve enerji açısından nükleer çeşitliliğin olmadığı bir sistemin seçilmesi
gerekmektedir.
1- Başbakan Erdoğan, Fukişima felaketinin ardından nükleer santrallerden vazgeçilecek mi sorusuna “Riski olmayan yatırım yoktur. O zaman evinize tüp de koymanız gerekir’’ yanıtını vermişti.
2- Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız katıldığı bir tv programında
bekarlığın nükleer santrallerden daha tehlikeli olduğunu şöyle savundu ‘ABD’de yapılan bir araştırmaya göre bekar evlilere göre 6 yıl daha az yaşıyorlar. Nükleer santrallerin ortalama ömür kaybı ise sadece 0.03 gün olarak tespit edilmiş"
Bu yazı 22 Ağustos 2012 tarihinde www.muhalifgazete.com'da yayımlanmıştır.
Avukat Efkan Bolaç
“Biliyoruz ki temiz, yenilenebilir enerjinin gücünü kullanan ülke 21. yüzyılın lideri olacaktır.”
Barrack Obama
Çocukluğumuzda bize anlatılan Korku ve heyecanın gölgesinde devlere ve ejderhalara karşı direniş gösteren masal kahramanları vardı, hepimiz hatırlarız. Bu Masalların klişe karakterleri kötü dev ve korkunç ejderhalardı. Bu anlatılanlar sadece birer masaldan ibaretti. Ama şimdilerde yeni masallar anlatılıyor ve bu masallar hiçte çocukluğumuzun masallarına benzemiyor. Anlatılan yeni masallarda ejderhaların yerine nükleer santraller konulmuş ama başka bir sorun daha var; bizim bildiğimiz ejderhalar kötü iken yeni masallardaki nükleer
santraller yani eskinin ejderhaları iyi, faydalı ve mutluluk veren şeyler olarak anlatılıyor.
Bu masallar aynı zamanda kıyamet alametlerinden biri olan Deccal’ın ortaya çıkmasını andırmaktadır. Deccal; yalancıdır, aldatıcıdır, hilekârdır. İyi ile kötüyü karıştırıp gerçek yüzünü gizler. Deccal ortaya çıktığında insanları, dinsel inanışlarını kullanarak kötülüğe sevk edecektir. O mahsun ve mazlumdur, herkesin kendisine inanmasını bekler. Hâlbuki bu bir aldatmacadır; o şeytanın ta kendisidir ve ona inananlar cehennem ile tanışacaklardır.
Şimdilerde bize bu masallara benzer masallar anlatılmakta ve deccal bize iyi, yararlı ve masum olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Gerçekten böyle midir gelin bakalım?
Deccal ya da yeni adıyla Nükleer Enerji güvenli midir?
Oluşan kazalar ve kazaların sonrasındaki tehlikelere bakılırsa nükleer santrallerin güvenli olduğunu söylemek mümkün değildir. Nükleer santraller, elbette belli bir güvenlik donanımına sahip olacaktır ancak donanım nasıl olursa olsun rasyonaliteden uzaklık, plansızlık ve bakımsızlık her zaman var olacaktır ve bu güvenlik paketinin içinde standart olarak bulunmamaktadır.
Nükleer kazalarla ilgili hazırlanan raporların neredeyse tamamında “nedeni açıklanamaz” ifadesi ile bir kısım argümanlar sunulmakta ve ‘insan kaynaklı’ her oluşumun
hata yapabileceği anlatılmaktadır.
Birinci ve ikinci petrol krizleri sonrasında nükleer lobiler, nükleer santrallerin bir anlamda kaçınılmaz olarak devreye girmesi gerektiğine hükümetleri inandırmış ve enerji politikalarına yeni bir yön vermişlerdir. Hükümetler, enerji bağımlılığından kurtulabilmek
adına daha tehlikeli olan bir kavşağa dönmüş ve maalesef bu yolun sürdürülebilir olmadığı Çernobil ve Fukuşima sonrası neredeyse herkes tarafından görülmüştür. Buna rağmen bir ülke, Christoph Colombus’un yumurtasını tekrar keşfettiğini sanarak bu yoldan dönenleri görmesine rağmen bu yola direkt girmeye çalışmaktadır. Bu ülke Türkiye’dir.
Türkiye, nükleer bir maceraya doğru yelken açmaya çalışırken, nükleer santrallerin neden açılmaması gerektiği anlatılmaya çalışılmakta ancak garip argümanlarla ‘tüp gaz* veya bekarlık* daha tehlikeli’ gibi anlaşılmaz savunularla olay oldu bittiye getirilmeye
çalışılmaktadır. Burada tekrar hatırlatmak lazım ki; ATOM ÇEKİRDEĞİ ÇİTLENMEZ…
Mademki nükleer enerji bu kadar ucuz ve bağımsız o halde neden tarihin en büyük güvenlik ekonomisine sahip, anlamak mümkün değildir. Bu kadar güvenlik harcamasına
rağmen, nedeni açıklanamayan unutkanlıklara veya akılsız davranışlara da açık bir teknolojidir aslında. Bir anlamda otokrat sistemlerin elinde güvenlik kaygısının bertaraf edildiğini düşünürsek aslında yeryüzü canlıları için inanılmaz büyüklükte bir tehlikedir.
25 Temmuz 2006 İsveç’in Forsmark Nükleer Santrali’nde bakım yapılırken, bakım yapılan dış devrelerin birinde, kısa devre gerçekleşir. Bu durum yüksek güvenlikli nükleer
santrallerde normal olarak karşılanmalı ve derhal “B” planı devreye girmeliydi. Ancak o gün B.C. veya alfabenin diğer harflerinin bulunduğu hiçbir plan devreye girmedi. Reaktörün ünitesine bağlı elektrik tesisatı çalışmaz hale geldi ve reaktörün kontrol sistemini soğutacak pompalara elektrik sağlayacak dört jeneratörden ikisi devreye girmedi. Kontrol odası dâhil her taraf, tam 22 dakika elektriksiz kaldı, hatta uyarı sireni bile çalıştırılamadı. Bu arada teknisyenlerden biri hayati öneme sahip bir hareket yaparak “elle” arızalı jeneratörleri çalıştırmayı başardı ve reaktörün kör uçuşu sona erdi. Kaza sonrasında yapılan tespit yine
benzerdi: “nedeni açıklanamayan sebepler”…
Bu örnek aslında nükleer kazanın ne kadar olağan olabileceğini ve olağanüstü güvenlik tedbirlerine rağmen güvenliğin hiçbir zaman %100 garanti edilemeyeceğini de
anlatmaktadır. Nükleer kazaların öncesinde ve sonrasında var olan tekdüzelik, kibir, özgüven ve ihmalkarlık büyük bir felaketin habercisidir.
Dünya genelinde nükleer santrallerin mülkiyet dağılımına bakılırsa pek çoğunun serbest piyasa gereği, özel sektörün elinde olduğu görülmektedir. Ancak bu durumda
kapitalist anlayışla yapılan işletme mantığıyla maliyet hesabı yapılmakta ve daha fazla kar için bazı kurallar ve tedbirler göz ardı edilmektedir. Gerekli olan istihdam yerine daha az insan çalıştırılmaya gayret edilmekte, rutin bakımların süresi uzatılmaya çalışılmaktadır. Bu durum bir müddet kar marjını yükseltse de sonrasında Fukuşima örneğinde görüleceği üzere telafisi mümkün olmayan sosyal ve maddi maliyetlerin oluşmasına sebep olmaktadır.
Nükleer santraller, sadece elektrik üretmiyor; yoğun radyoaktif özelliği olan toksik atıklar da üretiyor. Bu atıkların depolanması veya bertaraf edilmesi ise yüksek bir maliyet gerektiriyor. Bu atıkların pek çoğunun doğayla teması kesilmelidir. Örneğin; plütonyum 239
(Pu-239) izotopu radyoaktivitesini 24 bin yılda kaybetmektedir. Bu şu anlama geliyor tam 24.000 yıl bu izotop doğadan yalıtılmalıdır. Bu mantıklı bir tedbir ve işlem değildir.
Yine nükleer atık depolanması konusunda pek çok girişim olmuş ve bu girişimlerin neredeyse tamamı sonuçsuz kalmış veya başarısız olmuştur. En son ABD, Yucca dağında bir
atık depolama alanı oluşturmak için çalışma başlattı. Böyle bir tesisin maliyeti 27.3 milyar dolar olarak hesaplandı ve toplam 77.000 ton nükleer atığın depolanmasının 57 Milyar dolara mal olacağı hesaplandı. Ancak yine de konu ile ilgili güvenilirliğin tam anlamıyla
sağlanamayacağı ve sürdürülemez bir çalışma olacağı tespitiyle, ABD Başkanı Barrack Obama tarafından bu proje iptal edildi.
Görüldüğü üzere nükleer enerji sadece elektrik üretmemektedir.
Başka ülkelere bağımlı olmadan kendi uranyumunu kullanan kaç ülke vardır? Cevap; sadece iki ülke, Kanada ve Güney Afrika. Bu anlamda bakıldığında, yakıt olarak kullanılan uranyum çubuklarının dışarıdan ithal edildiği düşünülürse, iki ülke hariç tüm ülkeler açısından bu enerji %100 yerli kaynaklarla üretilmiş bir enerji çeşidi değildir. Bu sebeple de dışa bağımlılığı güçlendirecek ve stratejik sorunlara da sebep olabilecektir. Son on yılda Çin’in talebiyle emtia fiyatlarının tavan yaptığı düşünülürse uranyumda da gözle görülür bir artış olduğu aşikardır.
Çernobil ve Fukuşima sonrasında daha fazla güvenlik kriterinin uygulanması zorunluluğu nükleer enerji maliyetlerini beş kata kadar arttırmış ve nükleer enerjinin ucuz olduğu hikâyesi de bir anlamda son bulmuştur.
Görüleceği üzere nükleer enerjiyi kullanmak atasözümüzde de belirtildiği üzere “Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmez” durumundadır.
Nükleer lobilerin daha önceki gelişlerindeki faaliyetleri bir anlamda herkes tarafından bilinmekte,“promosyon” adı altında dağıtılanların devlet tarafından geri ödenmek zorunda kalındığı da bir gerçektir. Bu sebeple yeni bir nükleer santral kurulma çabasının nedeni ve altında yatan gerçekler anlatılmalıdır. Halkın aklında olan sorular “tüp gaz kullanmayın” cümlesiyle basitçe geçiştirilmemelidir. Aksi takdirde bunu dile getirenlerin; çay içen “CahitAral” veya azıcık radyasyon kemiklere iyi gelir diyen “Kenan Evren” zihniyetinin temsilcileri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Nükleer enerji, doğayla dost bir enerji olmayıp atıklarının doğadan yalıtılmasının zor olması ve doğa için yok edici özelliklerinin bulunması onun temiz olmadığının en basit göstergesidir. Dünya açısından çok ciddi sorunlara gebe olan bu üretim modelinin akılcı çözümlerle yok edilmesi ve enerji açısından nükleer çeşitliliğin olmadığı bir sistemin seçilmesi
gerekmektedir.
1- Başbakan Erdoğan, Fukişima felaketinin ardından nükleer santrallerden vazgeçilecek mi sorusuna “Riski olmayan yatırım yoktur. O zaman evinize tüp de koymanız gerekir’’ yanıtını vermişti.
2- Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız katıldığı bir tv programında
bekarlığın nükleer santrallerden daha tehlikeli olduğunu şöyle savundu ‘ABD’de yapılan bir araştırmaya göre bekar evlilere göre 6 yıl daha az yaşıyorlar. Nükleer santrallerin ortalama ömür kaybı ise sadece 0.03 gün olarak tespit edilmiş"
Bu yazı 22 Ağustos 2012 tarihinde www.muhalifgazete.com'da yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)